Étienne
Bonnet de Condillac (1715-80) ilkin rahipliği amaçladı ve Saint-Sulpice
din okuluna girdi. Ama 1740’da din okulundan ayrılarak felsefeye yöneldi
ve 1758’den 1767’ye dek Parma Dükünün oğlunun öğretmenliğini yaptı.
Condillac’ın
ilk yayımı İnsan Bilgisinin Kökeni Üzerine Deneme (Essai sur
l’origine des connaissances humaines, 1746) başlığı altında açıkça
Locke’un görgücülüğünün damgasını taşıyan bir çalışmaydı. Bu gene de Condillac’ın
yalnızca İngiliz filozofun öğretisini yeniden-ürettiği anlamına gelmez.
Ama Locke’un karmaşık düşünceleri yalın olanlara indirgememiz ve yalın
düşüncelere görgül ya da deneyimsel bir köken yüklememiz gerektiği yolundaki
genel ilkeleri ile anlaşıyordu.
Ansal
yaşamımızın gelişimi üzerine tartışmasında Condillac dilin rolü üzerine
güçlü bir vurgu getirdi. Düşünceler bir bakıma ancak bir im ya da sözcük
ile bağlandıkları zaman belirlenmiş olurlar. Örneğin, çimenlere baktığım
zaman yeşilin bir duyumunu alırım; yeşile ilişkin yalın bir düşünce duyular
yoluyla bana iletilir. Ama hiç kuşkusuz bu sınırsızca yinelenebilecek yalıtılmış
deneyim ancak bir im ya da simge ile, yeşil sözcüğü ile bağlandığı
zaman bir düşünce nesnesi olabilir ve başka düşüncelerle bir bileşime girebilir.
Temel bilgi gereci böylece bir düşüncenin bir im ile birleşmesidir; ve
bu birleşme dolayısıyladır ki dünyaya ilişkin artan deneyimimiz ile ve
gereksinim ve amaçlarımız ile uyum içinde karmaşık bir anlıksal yaşam geliştirebiliriz.
Gerçekten, dil, daha doğrusu sıradan dil, onda im ile imlenen arasında
matematiksel dilde bulduğumuz eksiksiz çakışmayı bulamıyor olmamız anlamında
kusurludur. Ama gene de anlıklı ve düşünmeye yetenekli varlıklarızdır,
çünkü dil yetisine iyeyizdir.
Condillac Dizgeler
Üzerine İnceleme’sinde (Traité des Systëmes, 1749) Descartes,
Malebranche, Spinoza ve Leibniz gibi düşünürlerin felsefelerinde sergilendiği
biçimiyle ‘dizgelerin tini’ni olumsuz bir eleştiri altına alır. Büyük ussalcı
felsefeciler ilk ilkelerden ve tanımlardan yola çıkarak dizgeler kurmaya
çalıştılar. Bu özellikle Spinoza açısından doğrudur. Ama geometrik denilen
yöntem dünyanın gerçek bir bilgisini geliştirmede yararsızdır. Bir felsefeci
tanımlarıyla özlerin bir kavrayışına ulaştığını imgeleyebilir; ama gerçekte
bu tanımlar keyfidir. Daha açık bir deyişle, yalnızca belli sözcüklerin
gerçek ve sağın olarak imledikleri anlamları belirtmek üzere amaçlanmış
değillerse keyfidirler. Ve eğer bir bakıma salt sözlük tanımları iseler,
felsefi dizgelerde yerine getirmeleri gereken işi yapamazlar.
Bu
hiç kuşkusuz demek değildir ki Condillac bilgiyi dizgeselleştirmeye yönelik
tüm çabaları kınamaktadır. Dizgelerin tinini, a priori bir yolda
yalnızca ustan bir felsefe geliştirme girişimini olumsuz bir eleştiri altına
almak bireşimi kınamak değildir. Sözcüğün kabul edilebilir anlamında bir
dizge bir bilimin bölümlerini aralarındaki ilişkileri açıkça sergileyebilecek
oldukları bir yolda düzenli olarak yerleştirmeyi anlatır. Hiç kuşkusuz
ilkeler olacaktır. Ama ilkeler burada bilinen fenomenler anlamına geleceklerdir.
Böylece Newton bilinen çekim fenomenlerini bir ilke olarak kullanarak ve
daha sonra gezegenlerin devimleri ve dalgalar gibi fenomenleri bu ilkenin
ışığında açıklayarak bir dizge kurdu.
Condillac’ın
ölümünden sonra 1780’de çıkan Mantık başlıklı çalışmasında da buna
benzer düşünceler buluruz. Onyedinci yüzyılın büyük metafizikçileri geometriden
ödünç alınan ve tanımlardan çıkarsama yoluyla ilerleyen bireşimli bir yöntemi
izliyorlardı. Ve bu yöntem, gördüğümüz gibi, bize Doğanın gerçek bilgisini
veremez. Bununla birlikte, çözümlemeci yöntem ise her zaman verili olanın
alanında kalır. Karışık bir veriden yola çıkar ve onu değişik parçalarına
çözümleriz: bütünü dizgesel bir yolda yeniden oluşturabiliriz. Bu doğal
yöntemdir, bilgimizi geliştirmeyi istediğimiz zaman anlığın doğal olarak
izlediği yoldur. Örneğin bir görünüşü, diyelim ki bir kır görünüşünü bilmeye
nasıl ulaşırız? İlkin bunun karışık bir izlenimini ediniriz, ve daha sonra
aşamalı olarak bunun değişik bileşen özelliklerinin seçik bir bilgisine
vararak bu özelliklerin bir arada bütünü nasıl oluşturduklarını görmeye
başlarız. Bir yöntem kuramı geliştirirken bizden istenen şey ideal bir
yönteme ilişkin bir a priori kavram oluşturmamız değildir; bilgisini
geliştirirken anlığın edimsel olarak nasıl işlediğini incelememiz gerekir.
O zaman görülecektir ki ideal ve değişmez tek bir yöntem yoktur. İçinde
şeyleri incelememiz gereken düzen gereksinim ve amacımıza bağlıdır. Ve
eğer Doğayı incelemeyi, şeylerin gerçek bilgilerini kazanmayı istiyorsak,
verili olanın alanı içerisinde, bize en sonunda duyu-deneyiminde verilen
fenomenal düzen içerisinde kalmamız gerekecektir.
Condillac
özellikle Duyumlar Üzerine İnceleme’si (Traité des sensations,
1754) ile tanınır. Locke duyumlara bağlı düşünceler ile düşünme etkinliğinden
kaynaklanan düşünceler arasında ayrım yapıyor, duyum ve düşünme ya da içe-bakış
olarak iki düşünce kaynağı kabul ediyordu. Ve insan bilgisinin kökeni üzerine
erken çalışmasında Condillac az çok Locke’un konumunu benimsedi. Ama Duyumlar
Üzerine İnceleme’de Locke’un düşüncelerin ikili kökenleri kuramından
açıkça koptu. Yalnızca tek bir köken ya da kaynak vardır—duyum.
Condillac’ın
görüşünde Locke’un düşünme etkinliğinden kaynaklanan düşünceleri, başka
bir deyişle ruhsal fenomenleri irdelemesi yetersizdi. Örneğin töz düşüncesi
gibi karmaşık düşünceleri yalın düşüncelere çözümlüyordu; ama karşılaştırma,
yargılama, isteme vb. gibi ansal işlemleri yalnızca verili olarak ve sorgulamaksızın
alıyordu. Öyleyse Locke’un ötesine ilerleme için gerekçe ortadaydı. Bu
ansal işlem ve işlevlerin en sonunda nasıl duyumlara indirgenebilir oldukları
gösterilmelidir. Hiç kuşkusuz bunların tümü de duyumlar olarak adlandırılamazlar;
ama ‘dönüşmüş duyumlar’dırlar. Daha açık bir deyişle, ruhsal yaşamın bütün
bir yapısı duyumdan üretilir. Durumun bu olduğunu göstermek Condillac’ınDuyumlar
Üzerine İnceleme’de önüne koyduğu görevdir.
Görüşünü
açıkça sergileyebilmek için Condillac okuyucularından koku duyusu ile başlayıp
aşamalı olarak duyularla donatılan bir yontu imgelemelerini ister. Ve insanın
bütün bir ansal yaşamının ona duyuların kaynaklık ettiği önsavı üzerinde
nasıl açıklanabileceğini göstermeye çalışır. Yontu andırımı hiç kuşkusuz
oldukça yapaydır. Ama Condillac’ın okuyucularından yapmalarını istediği
şey kendilerini tüm bilgiden yoksun olarak imgelemeleri ve onunla birlikte
ansal işlemlerini öğesel duyumlar temelinde yeniden kurmalarıdır. Düşüncelerimizin
kökeni sorununa bu yaklaşımının temelinde Londralı cerrah Cheselden’in
ellerinde başarılı katarakt ameliyatlarından geçen doğuştan körlerin deneyimlerinden
ve Diderot’nun sağır ve dilsizler üzerindeki ruhbilimsel gözlemlerinden
sağlanan veriler yatar. Duyumlar Üzerine İnceleme’de57 Condillac Cheselden’in ameliyatlarının birinden sağlanan veriler üzerinde
uzunlamasına durur.
Bu
incelemenin başlıca özelliklerinden biri Condillac’ın ayrı olarak alındığında
her bir duyunun tüm yetileri nasıl yaratabildiğini göstermeye çalışırken
izlediği yoldur. Örneğin bilgisinin erimi koku duyusuyla sınırlı bir insanı
alalım (yontu tarafından temsil edilmek üzere). ‘‘Eğer yontuya koklaması
için bir gül verirsek, bu bizim için gül koklayan bir yontu, ama kendi
için gülün kokusudur.’’58 Başka bir deyişle, bu insan özdek,
dışsal şeyler ya da kendi bedeni gibi nesnelerin hiçbir düşüncesini taşımayacaktır.
Kendisi kendi öz bilinci için bir koku duyumundan başka hiçbirşey olmayacaktır.
Şimdi, varsayalım ki bu insan yalnızca tek bir duyumu, bir gülün kokusunu
taşımaktadır. Bu ‘dikkat’tir. Ve gül uzaklaştırıldığında, geriye dikkatin
az ya da çok diri ya da yeğin olmasına göre güçlü ya da zayıf bir izlenim
kalacaktır. Burada önümüzde belleğin şafağı bulunmaktadır. Geçmiş duyuma
dikkat bir duygu kipinden başka birşey olmayan bellektir. Ve şimdi varsayalım
ki söz konusu insan güllerin ve karanfillerin kokularını bir çok kez kokladıktan
sonra bir gülü kokluyor olsun. Edilgin dikkati güllerin ve karanfillerin
anıları arasında bölünür. O zaman bir karşılaştırma durumu söz konusudur
ki, iki düşünceye aynı zamanda dikkat etmekten oluşur. ‘‘Ve karşılaştırma
olduğu zaman yargı vardır. ... Bir yargı yalnızca karşılaştırılan iki düşünce
arasındaki bir ilişkinin algısıdır.’’59 Yine, eğer bu insan
hoşuna gitmeyen bir koku duyumunu alıyor ve geçmişteki hoş bir duyumu anımsıyorsa,
önümüzde imgelem durumu bulunmaktadır. Çünkü bellek ve imgelem türde ayrı
değildirler. Yine, aynı insan tikel ve soyut düşünceler de oluşturabilir.
Kimi kokular hoşturlar, başkaları ise nahoş. Eğer insan doyum ve doyumsuzluk
düşüncelerini bunların çeşitli tikel değişkilerinden ayırma alışkanlığını
geliştirecek olursa, soyut düşüncelere iye olacaktır. Benzer olarak, birçok
değişik ardışık duyumu anımsayacak olursa, sayı düşüncelerini geliştirebilecektir.
Öte
yandan, her bir koku duyumu ya hoş ya da nahoştur. Ve eğer şimdi nahoş
bir duyumu yaşayan insan geçmişteki hoş bir duyumu anımsayacak olursa,
o mutlu durumu yeniden-kazanma gereksinimini duyacaktır. Bu ise isteği
doğurur. Çünkü ‘‘istek bu yetilerin gereksinimini duyduğumuz şeylere yönelik
eylemlerinden başka birşey değildir.’’60 Ve tüm başkalarını
uzaklaştıran ya da en azından başat olan istek bir tutkudur. Böylece sevgi
ve nefret tutkularına varmış oluruz. ‘‘Yontu onda olan ya da olmasını dilediği
hoş bir duyguyu sever. Ona acı veren nahoş bir duygudan ise nefret eder.’’61 Dahası, eğer yontu şimdi yaşamakta olduğu isteğin başka zamanlarda doyum
tarafından izlenmiş olduğunu anımsayacak olursa, isteğini yerine getirebileceğini
düşünecektir. Ve şimdi önümüzde olan şey istenç durumudur. ‘‘Çünkü istenç ile saltık bir isteği anlarız; eş deyişle, istediğimiz şeyin gücümüz içinde
olduğunu düşünürüz.’’62
Condillac
böylece tüm ansal işlemlerin koklama duyusundan türetilebileceklerini göstermeye
çalışır. Açıktır ki, eğer ansal yeti ve işlemlerimizi yalnızca dönüşmüş
koku duyumu olarak düşünecek olursak, erimleri aşırı ölçüde sınırlanacaktır.
Ve koku duyumuna sınırlı olan bir insandaki ‘kendi’nin bilinci için de
aynı şeyi söyleyebiliriz. ‘‘(Yontunun) ‘Ben’i yalnızca görgülediği
ve belleğin ona anımsattığı duyumların bir toplamıdır.’’63 Gene
de, ‘‘salt tek bir duyum ile anlak biraraya gelmiş beşi ile olduğu denli
çok yeti taşır.’’64 (‘Anlak’ yalnızca birarada alınan bilişsel
yetilerin tümü için addır.)
Daha
sonra işitme, tatma ve görme duyuları irdelenir. Ama Condillac koku, işitme,
tat ve görme duyularının bileşiminin bir insanın dikkatinin, isteklerinin
ve hazlarının nesnelerini çoğaltmasına karşın bir dışsallık yargısı üretmediğini
ileri sürdü. Yontu ‘‘henüz salt kendini görecektir. ... Değişkilerini dış
nedenlere borçlu olduğu gibi bir kuşkusu yoktur. ... Giderek bir bedeni
olduğunu bile bilmez.’’65 Başka bir deyişle, en sonunda dokunma
duyusudur ki dışsallık yargısından sorumludur. Bu sorunu açıklamasında
Condillac’ın düşünceleri biraz değişir. Duyumlar Üzerine İnceleme’nin
ilk yayımında dışsallığın bilgisini devimden bağımsızlaştırırken, buna
karşı ikinci yayımda dışsallık kavramının devimden bağımsız olarak doğmadığını
kabul etti. Bununla birlikte, her ne olursa olsun bu kavramdan birincil
olarak sorumlu olan şey dokunma duyusudur. Bir çocuk elini bedeninin bölümleri
boyunca devindirecek olursa, ‘‘kendini bedenin tüm bölümlerinde duyumsayacaktır.’’66 ‘‘Ama eğer yabancı bir cisme dokunacak olursa, elde kendini değişkiye uğramış
olarak duyumsayan Ben kendini yabancı cisimde değişkiye uğramış
olarak duyumsamayacaktır. Ben yabancı bir cisimden elden almakta
olduğu karşılığı alamaz. Yontu böylece bu kipleri bütünüyle kendi dışında
olarak yargılar.’’67 Ve dokunma başka duyulara katıldığı zaman,
insan aşamalı olarak kendi çeşitli duyu-örgenlerini bulup çıkarır ve koku,
işitme vb. duyumlarının dışsal nesneler tarafından yaratıldığı yargısına
varır. Örneğin, güle dokunarak ve onu yüze doğru yaklaştırarak ya da ondan
uzaklaştırarak, bir insan koku örgeni konusunda ve kendi koku duyumunun
dışsal nedeni konusunda yargılar oluşturmaya başlar. Benzer olarak, ancak
dokunma duyusu ile bileşim yoluyladır ki göz uzaklığı, büyüklüğü ve devimi
nasıl göreceğini öğrenir. Büyüklük, şekil, uzaklık ve konum gibi şeyleri
görme yoluyla yargılamaya öylesine alışmışızdır ki doğallıkla bu yargıların
yalnızca görme duyumuna bağlı olduklarını düşünme eğilimindeyizdir. Ama
durum böyle değildir.
Belki
de geçerken İnsan Bilgisinin Kökeni Üzerine Deneme’si ile Duyumlar
Üzerine İnceleme’sinin yayınlanışları arasında Condillac payına bir
görüş değişikliğine dikkati çekmek yerinde olacaktır. İlk çalışmada anlık
için düşünce ve im ya da simge arasındaki halkanın zorunlu olduğunu ileri
sürüyor görünür. Ama ikincisinde bu görüş bir değişime uğramıştır. Örneğin
koku duyusu ile sınırlı olan insanı ele alırken bu insanın belli bir sayı
düşüncesi taşımasının olanaklı olduğunu kabul eder. Bir ve bir ve bir düşüncelerini
taşıyabilir. Ama, Condillac’a göre, ‘‘bellek aynı zamanda dört birimi seçik
olarak kavrayamaz. Üçün ötesinde ancak belirsiz bir çokluk tasarlayabilir.
... Hesaplama sanatıdır ki bize bakış açımızı genişletmeyi öğretmiştir.’’68 Böylece İnceleme’de Condillac anlığın ve düşüncelerin kullanımının
dili öncelediğini ileri sürer, üstelik dil ansal yaşamımızın ilkel bir
evrenin ötesine gelişimi için zorunlu olsa bile.
İnceleme’nin
vargısı ‘‘doğal düzende tüm bilgi duyumlardan doğar’’69 biçimindedir.
İnsanın tüm ansal işlemleri, giderek genel olarak onun yüksek ansal etkinlikleri
sayılanlar bile, ‘dönüşmüş duyumlar’ olarak açıklanabilirler. Böylece Condillac
Locke’un konumu üzerinde kesin bir ilerleme yapmış olduğuna inanıyordu.
Locke ruhun yetilerinin doğuştan nitelikler olduğunu düşünüyordu; kökenlerini
duyumun kendisinde taşıyabilecek oldukları gibi bir olguyu hiçbir zaman
göz önüne getirmemişti. Belki de Condillac’ın bildiriminin bütünüyle doğru
olmadığı ileri sürülebilir. Çünkü Locke Tanrı için özdeğe düşünme yetisi
vermenin olanaksız olduğunun gösterilmemiş olduğunu ileri sürmemiş miydi?
Ama gerçekte Locke çevrelerinde yetilerimizin kullanılmakta oldukları düşünceleri
çözümlemek ve bunların görgül zeminlerine varmakla ilgileniyordu; yetiler
ya da ruhsal işlevlerin kendileri için aynı şeyi yapmıyordu.
Öte
yandan, İnsan Anlağı Üzerine Deneme’sinde70 Locke istenç
‘‘yokluğu duyulan bir iyinin isteğinin yarattığı ansal bir tasalanma’’
tarafından belirlenir diyordu. Bu tasalanma ya da rahatsızlıktır ki ‘‘istenci
yaşamlarımızın en büyük bölümünü oluşturan ardışık istemli eylemlere belirler,
ve bizi değişik süreçler yoluyla değişik ereklere yöneltir.’’71 Condillac bu düşüncenin erimini geliştirdi ve genişletti. Böylece Duyumlar
Üzerine İnceleme’nin sonraki yayımlarına eklediği Extrait raisonné’de
‘‘tasalanma (inquiétude) bize dokunma, görme, işitme, duyumsama,
tatma, karşılaştırma, yargılama, düşünme, isteme, sevme, korkma, umudetme,
dileme alışkanlıklarını veren ilk ilkedir, ve, tek bir sözcükte, tasalanma
yoluyladır ki anlık ve bedenin tüm alışkanlıkları doğar’’ der. Tüm ruhsal
fenomenler, öyleyse, tasalanma üzerine dayanırlar, ve bu bir iyinin beklentisi
olmaktan çok belli koşullar altındaki bir tasalanma ya da rahatsızlıktır.
Böylece belki de denebilir ki Condillac insanın ansal yaşamını geliştiren
bütün bir süreci ‘istemselci’ bir temelde kurar. Dikkat duyumsanan gereksinime
gönderme ile açıklanmalıdır; ve bellek düşüncelerin salt düzeneksel bir
çağrışımı tarafından olmaktan çok istek tarafından yönetilir. Traité
des animaux72 başlıklı çalışmasında açıkça belirtir ki onun
görüşünde düşüncelerimizin düzeni en sonunda gereksinim ya da çıkar üzerine
dayanır. Bu açıkça verimli bir kuramdır. Daha sonra insanın anlıksal yaşamı
üzerine—örneğin Schopenauer’de bulunan—istemselci yorumda meyvalarını verecektir.
Condillac’ın
dönüşmüş duyumlar olarak ansal işlemler kuramı ilk bakışta özdekçi bir
konumu belirtiyor görünür. Ve bu izlenim onun ruhun ‘yetilerinden’ duyumdan
türüyorlar olarak söz etme alışkanlığı tarafından güçlendirilir, çünkü
bu sözler insan ruhunun kendisinin özdeksel olduğunu imliyor anlamına alınabilirler.
Dahası, insanın kazanımlarının toplamından başka birşey olmadığını ileri
süren o değil midir? ‘‘(Yontuya) birbiri ardına yeni varlık kipleri ve
yeni duyular vermekle onun istekler oluşturduğunu, deneyimden bunları düzenlemeyi
ve doyurmayı öğrendiğini, ve gereksinimlerden gereksinimlere, bilgilerden
bilgilere, hazlardan hazlara geçtiğini gördük. Yontu öyleyse tüm kazandıklarının
toplamından başka birşey değildir. İnsanlar için de böyle olamaz mı?’’73 İnsan kazanımlarının toplamı olabilir; ve bunlar dönüşmüş duyumlardır.
Condillac’ın
kuramının özdekçi bir bakış açısını güçlendirmeye katkıda bulunmuş ve özdekçiler
üzerinde etkili olmuş olduğunu yadsımak sanırım güçtür. Ama Condillac’ın
kendisi bir özdekçi değildi. Her şeyden önce yalnızca cisimlerin ve bunların
değişkilerinin olduğunu savunan biri anlamında bir özdekçi değildi. Çünkü
yalnızca en-yüksek neden olarak Tanrının varoluşunu doğrulamakla kalmadı,
ama özdeksel-olmayan, tinsel bir ruh kuramını da ileri sürdü. Ruhu bir
duyumlar öbeğine indirgeme niyetinde değildi. Tersine, ruhu yalın bir birlik
özeği olarak kabul etti ve sonra etkinliğini tüm ruhsal fenomenlerin en
sonunda duyumlardan türetilebilir oldukları önsavı temelinde yeniden kurmaya
girişti. İndirgemeci çözümlemesi ile insanda tinsel bir ruhun bulunduğunu
kabul etmesinin birbirleri ile tutarlı oldukları hiç kuşkusuz tartışma
götürür bir noktadır. Ama her ne olursa olsun Condillac’ı bir özdekçi olarak
betimlemek doğru olmayacaktır.
İkinci
olarak Condillac bütününde uzamlı şeylerin olup olmadıkları gibi bir konuyu
açık bir soru olarak bıraktı. Gördüğümüz gibi, ilkin bizi dışsallığa inandıranın
dokunma duyusu olduğunu söylüyordu. Ama çok geçmeden dışsallık düşüncesinin
doğuş yolunun bir açıklamasının uzamlı şeylerin var olduklarının bir tanıtını
vermekle aynı şey olmadığını anladı. Eğer sesler, tatlar, kokular ve renkler
nesnelerde varlık taşımaz dersek, uzamın da onlarda varolmadığını söylememiz
gerekecektir. Belki nesneler uzamlı, sesli, tatlı, kokulu ve renklidirler;
belki de değildirler. ‘‘Bu görüşlerden ne birini ne de ötekini ileri sürüyorum,
ve nesnelerin bize göründükleri gibi olduklarını ya da başka birşey olduklarını
tanıtlayabilecek birini bekliyorum.’’74 Karşı çıkılabilir ki,
eğer bir uzam yoksa hiçbir nesne de yoktur. Ama bu doğru değildir. ‘‘Usauygun
olarak çıkarsayabileceğimiz tek şey nesnelerin bizde duyumlara vesile olan
varoluşlar oldukları, ve hiçbir pekin bilgilerine ulaşamıyacağımız özellikler
taşıdıkları olacaktır.’’75 Bu düzeyde, öyleyse, inakçı bir özdekçi
olmaktan uzak, Condillac özdekçi-olmayan bir yorum için kapıyı açık bırakır,
gerçi bu önsavı doğrulamıyor olsa da.
Eklenebilir
ki Condillac insanın ansal yaşamını açıklamasının katıksız bir belirlenimcilik
içerdiğini kabul etmiyordu. Duyumlar Üzerine İnceleme’ye özgürlük
üzerine bir söylem ekleyerek orada bu noktayı tartışır.
Notlar
57Reflexions
et maximes, III, V.
58Treatise on Sensations, I, i, 2.
59A.g.y., I, i, 15.
60A.g.y., I, iii, 1.
61A.g.y., I, iii, 5.
62A.g.y., I, iii, 9.
63A.g.y., I, iv, 3.
64A.g.y., I, vii, 1.
65A.g.y., I, xii, 1-2.
66A.g.y., II, v, 4.
67A.g.y., II, v, 5.
68A.g.y., I, iv, 7.
69A.g.y., IV, ix, 1.
70II, 21, 31 vs.
71A.g.y., 33.
72II, 11.
73A.g.y., IV, ix, 3.
74A.g.y., IV, v, not.
75A.y.
[AYDINLANMA FRANSIZ AYDINLANMASI:
BÖLÜM I: FRANSIZ AYDINLANMASI (1)]
Çeviren Aziz Yardımlı • (C) İDEA YAYINEVİ 1989-1996
|